top of page

Kahveli Edebiyat


Bir kahvedir edebiyat. Kokusundaki çekicilikten mi bilinmez...


Peki ya edebiyat kokan kafeler yok mu?


Sandalyeleri şiir dizeleri gibidir. İçeri girdiğinizde ahşapla karışmış kitap kokusu gelir burnunuza, içeride kitap olmasa da... İlham verir oralar insana, nice yazıların ilk sayfaları, bir senaryonun ilk diyalogları ve bir dizi dostluğun ilk satırlarını yazar bu kafeler.

Ankara’daki Neuhaus gibi… Masalarında defterler doldurulmuş nice kafeler gibi. Kahve, kafeler ve edebiyat uzun yıllarını birlikte geçirdi. 60’lar Türkiye’sinde İstanbul Beyazıt’taki “Küllük” ve “Marmara Kıraathanesi” birer edebi mahfil halini almıştı. Türk edebiyatının ustaları dize ve paragraflarını burada konuşturdular. Duvarlarına sinmiş bu duyguları içeri girdiğinizde algılama olasılığınız çok yüksek Bir vakitler orada hayat bulmuş edebi entelektüellik ve hayaller ruhunuza işler.


Edebiyatçılar birbirlerini görmek ve yazılarını tartışmak için hep kafelerde buluştular. Yüzyıllardır kafeler (Coffehouse) (Kahvehaneler), okur-yazar elitlerin düşkünlük gösterdiği yerler oldular. Son havadislerin paylaşıldığı, dedikoduların yapıldığı, hikayelerin anlatıldığı, romanların ilk sayfalarının yazıldığı, şiirlerin ilk satırlarının dizelendiği, senaryo diyaloglarının malzemelerinin toplandığı yerler oldu bu kafeler.




Yeri tam olarak muhafaza edilememiş olsa da Taksim, Beyoğlu girişindeki Efkalikus kafe yıllarca Yusuf Atılgan’ın ve Saik Faik Abasıyanık’ın vazgeçilmez mekânıydı.


Tarih ve edebiyat birlikteliği ışığında bakalım ilk kafe, nerede- ne zaman açılmış ve kimlere kucak olmuş?


1554 yılında Tahtakale’de; Halepli Hâkim ve Şamlı Şems isimli iki girişimcinin ortaklığında açılan ilk kafe, edebiyat-kahve, mekân-ilham ve sanatın toplumsallığı kavramlarını ortaya koymuştur.[a]


Takip eden yıllarda kafeler İmparatorluk içinde yayılmış ve ardı ardına açılmıştır: Yeniçeri kahvehanesi, meddah ve karagöz gibi.


Batıdaki ilk coffehouse (kafe) örneklerinden biri de yüz yıl sonra 1650’de Jacop isimli Lübnanlı bir Yahudi tarafından Londra’da, Oxford Üniversitesi yakınında açılmıştı. Bu dönemde okuma kültürü ve kahve Londra’da içiçe geçti.


Arkasından 1683 yılında Venedik’te ilk İtalyan kafesi açıldı (Café). Bundan altı yıl sonra ise Paris’in ilk kafesi 'Café de Procope' ve on yıl sonra da Viyana’nın ilk kafesi Vién kapılarını entelektüellere açtı. Buradaki sohbetlerden bir dizi edebi eser doğdu. Dönemin dev yazarından bu kafelere uğramayanı neredeyse yok gibiydi...


1858’de Latin Amerika, Buenos Aires’te (Güney Amerika’nın Paris’i) Cafe Tortoni açıldı. Jorge Louis Borges’in en sık oturup yazdığı mekân. Gözleri görmemeye başladıktan sonra bile yazarın roman ve yazılarını burada dikte ettirdiği söyleniyor. Dönemin ünlü şairi F.G.Lorca ile burada buluşurlarmış. Arjantin’in en eski kafesi olan Tortoni, Mayo caddesi 825 numarada dekorundan hiçbir şey kaybetmeden aynı haliyle duruyor. Kafenin sahibi bir Fransız göçmen olan Jean Touan. Koca şehrin edebi hafızasının burada döşendiğini düşününce insanın içi ürperiyor. Borges’in Tango şarkısının solisti Carlos Gardel ile bu kafede bir resmi vardır, hakkında tango bestelenmiş tek kafe burası olmasının yanı sıra Borges’in hem iyi bir söz yazarı olduğunu hem de ilk şarkı sözünü burada yazdığını hatırlatıyor. Kahvenin ve kafelerin havası insanı farklı bir yaratıcılığa sürüklüyor olmalı.


17. ve 18. Yüzyıl kafelerinin en yoğun edebiyat yağmurlarının altında ıslanması kahve ve edebiyat evliliğinden başka ne olabilir ki?


Tüm özeniyle muhafaza edilmiş bu kafeleri ziyaret etme imkânı bulduğunuzda duvarlarına sinmiş edebiyat mısralarının izlerini muhakkak hissedeceksiniz. Duvarlarındaki dizili fotoğraflardan ziyade bunu içinizde duyumsayacaksınız. İşte o zaman edebiyat içinize siner.


Yaratıcılığın beslendiği kafelerde çoğunlukla ahşap kullanıldığını görürsünüz. Bu yüksek kültürün simgesi, sanattaki gizli tarihtir. Bu ayrıcalık, Rönesans dönemi kilise ve kütüphanelerdeki kokunun benzeri olup doğal ahşaba bir aidiyet ve güven duygusu verir . Bu anlamda, yaratıcılığın temel kaynağı içselliği ve tinselliği barındırdığından doğanın kendisidir.


Paris’e bir kez daha uğrayalım... Yıl 1885, Les Deux Magots isimli edebiyatın ödüllü ve mütevazi devlerinin yıllarını geçirdiği kafe; kışın bile sobanın yanında durmadan çalışan, sohbet eden iki kişi var: J.P.Sartre ve Simon de Beauvoir. Sahibinin söylediklerine tanık olanlar, bu durumdan onun pek de hoşnut olmadığı yönündeymiş, “sabahtan akşama kadar tek bir kahve içerek yazıyor…” dermiş. Fakat sonunda Sartre kafe sahibine bir jest hem de oldukça manidar bir jest yapmış: reddettiği Nobel ödülünün fotoğrafını değerli bir çerçevenin içinde kafe sahibine hediye etmiş, halen mekânda asılı. Sahibi yeterince mahcup olmuş mudur acaba? Kesinlikle evet.


E.Hemingway’ın S.Fitzgerald’ın ve hatta Yahya Kemal’in kıymetli eserlerinin sayfalarını yazarken kahvelerini yudumladıkları mekan ise: La Closené…Yazarlar bu kafeye plaketlerini bile hediye etmişler ve şimdi de aynı yerlerinde özenle muhafaza edilmektedir.


İstiklal caddesi ve Efkalikus kafeye dönmeden evvel, yazar Necip Mahfuz’dan bir bilgi paylaşalım.

Yazar, Midak Sokağı romanını baştan sona aynı adlı sokakta bulunan bir kafede yazmış. Burası Kahire’nin Şark kafelerinden olan Alibaba kahvehanesi. Takım elbiselerle oturulan bu mekâna girip şekersiz kahve sipariş edip bolca sigara içen yazar şöyle demiş: “Dostlar kahvehanelerde tanınır, dizeler buralarda yolunu bulur, yaşar…”


Efkalikus Kahvesi halen Taksim sineması karşısında Pera’ya hâkim manzarasıyla duruyor, kahve yudumlayıp bir öykü yazmanız için belki size ilham olabilir. Aynı adlı öyküsünü Sait Faik burada yazmış. Kafe bir dönem Eptalofos ismiyle geçmiş, 1920’li yıllarda da Ulus kafe olarak anılmış. Şimdi yine Efkalikus. Anlamını siz araştırın….



Sait Faik burada bir gençle tanışır, genç adam kendisini görünce heyecanlanıp yanına oturur. Öyküler hep yaşanmışlıklardan çıkar, gerçekçiliğiyle bizi içine alır, özellikle Sait Faik’in öykülerinde. İşte bu öyküden ufak birkaç kesit: “Genç arkadaşla artık iyice dost olmuştuk…Hikayelerimi beğenmeyen eleştirmenler hakkında onun beni müdafaa etmesini zevkle dinliyordum…Sonra – Hikayelerinizi nasıl yazarsınız? diye sordu. – Bilmem, diyebildim. Düşündüm. Setin üstündeki kahvenin altından körün sesi geliyordu…- Bilmem dedim tekrar. İşte böyle körü körüne. İşte mesela şimdi bir hikâye yazıyorum. Hem ismini bile koydum, dedim. -Nedir ismi? -Efkalikus Kahvesi. Hatta kahvesini de bir kenara atıp sadece “Efkalikus” da olur. Hem de hikayeyle münasebeti de ikinci derecede olabilir…Efkalikus ’un merdivenlerinden indik…''


Geldik yine İstiklal caddesine, 1900’lü yıllardayız, eski adı Pera olan bugünkü Beyoğlu, Ekim Devrimi sonrası İstanbul’a göç eden Beyaz Ruslar bir dizi yeme-içme yeri açarlar: Bu yerlerin çoğu dönemin edebiyat ve sanat insanlarının buluştuğu yerlerdi, fikirler buradaki sohbetlerde doğardı, edebiyatın iplikleri buralarda sarılırdı. Bu kafelerde kimler zaman geçirmedi ki Abidin Dino, Orhan Veli (alt resim) Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Neyzen Tevfik…


Bu dönemi anlatan çok güzel bir kitap var: Salih Birsel’in “Kahveler Kitabı” (Sel Yayıncılık). Çalışma, beş kitaplık bir dizi, dönemin tarihini bu seriden takip etmek de ayıca keyifli...


Edebiyatın ilk cümleleri kafelerde kurulur. Anıların dillendiği yerlerdir kafeler. Neuhaus ile başladık onunla bitirelim. Belçikalı çikolata üreticisi Jean Neuhaus tarafından 1857 yılında kurulmuş olan dükkân, çikolata, çikolatalı kurabiye ve dondurma satıyordu. Brüksel’in merkez yerleşkesinde yer alan Galies Royaler Saint-Hubert’in içindeki bu ilk dükkân daha sonra 50 ülkede 1500 satış noktasına ulaşmıştır. Tüm Neuhaus ürünleri halen Brüksel yakınındaki Vlezenbeek’de yapılmaktadır. Adını bu zincirin ününden alan Neuhaus Ankara, gerçekten de çikolataları, kurabiyeleri ve koyu ahşap dokusuyla edebiyat-kitap-yazar dedikoduları yapacağınız, hatta bazı yazarlarla bile tanışabileceğiniz bir yer…


Edebiyat ve kahve dolu, sağlıklı günler.


Elif Arslan yazısıdır. ( arslanelfe@gmail.com) İzinsiz kopyalanamaz.


www.kahvegazetesi.com


[a]Kahve adları, tarihler ve kişilerin bir kısmı Sabitfikir dergisi 22.02.2020 tarihli Güven Adıgüzel’in yazısından alıntılanmıştır. Kendisine teşekkür ederiz.

Güncel Haberler
Search By Tags
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Google Classic
bottom of page